Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) 6-7 Aralık tarihlerinde İstanbul’da “Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı” düzenledi. Türk devleti ile hapisteki siyasi mahpus Abdullah Öcalan önderliğindeki Kürdistan İşçi Partisi (PKK) arasında devam eden müzakerelerin ortasında yapılan konferansa, dünyanın çeşitli yerlerinden siyasetçiler, akademisyenler ve gazeteciler katıldı.
Konferansın perşembe günü yayımlanan “sonuç bildirgesi”, bunun emperyalist-kapitalist sistemi demokratik retorikle meşrulaştırma çabası olduğu konusunda şüpheye yer bırakmamaktadır.
Bildirge, “Dünyada çatışmaların arttığı bir dönemde, Türkiye’de kalıcı barışa yönelik bu sürecin başarıyla sonuçlanması yalnızca Kürtlere ve Türkiye halklarına değil, aynı zamanda Ortadoğu’ya ve tüm dünyaya yol gösterme potansiyeline sahiptir,” demekte ancak dünyada çatışmaların artmasının emperyalist ve burjuva sınıfsal kaynağını gizlemektedir.
“Barışçıl” bir emperyalizmin olabileceği iddiası, Gazze’de resmi olarak 70 binden fazla Filistinlinin öldürüldüğü Siyonist soykırımın ABD ile başlıca destekçisi olan Avrupa Birliği’nin (AB) bu sürece garantör olması çağrısıyla sürdürülüyor: “Gerektiğinde ve tarafların kabul etmesi halinde, AB’nin barış sürecine arabulucu veya garantör olarak katkı sunabileceğini hatırlatıyoruz.” Milliyetçi perspektifin iflasını sergileyen bu yöneliş, Avrupalı güçlerin emperyalist savaşın ve soykırımın başlıca savunucuları olmakla kalmayıp, aynı zamanda içeride işçi sınıfına ve demokratik haklara savaş açtığı gerçeğini de gizlemeye çalışmaktadır.
Konferansın temel işlevlerinden biri, ABD ve Avrupa emperyalizminin desteklediği bu müzakerelerin demokratikleşmeyi ve barışı sağlayabileceği yanılsamasını yaymak, Öcalan’ın rolünü ve geliştirdiği anti-Marksist, postmodern perspektifi onaylamaktı.
Öcalan, 1999’da bir CIA operasyonuyla yakalanıp Ankara’ya teslim edilmesinden beri Türk devletiyle beraber çalışma çağrısı yapıyordu. Daha önce birkaç kez denenen ve tamamen başarısız olan müzakere süreci, Ortadoğu’da derinleşen savaşın bir parçası olarak 2024’te yeniden canlandırıldı. Öcalan bu yıl içinde PKK’nin silah bırakıp kendini feshetmesi çağrısı yaparken örgüt de bu yönde bir kongre kararı aldı. Kürt sorununun büyük ölçüde çözüldüğünü öne süren Öcalan, “devletle bütünleşme”yi ileriye giden yol olarak sundu.
Benzer bir yol, PKK’nin Suriye’deki kardeş örgütü olan, ABD’nin ülkedeki başlıca vekil gücü Suriye Demokratik Güçleri (SDG) için de öne sürüldü.
Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin başından beri açıkladığı gibi, müzakerelerde söz konusu olan Türk ve Kürt burjuvazilerinin ABD emperyalizminin tam egemenliği altındaki bir “yeni Ortadoğu” hedefiyle uyumlu olarak anlaşma ve ittifak kurma çabasıdır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Öcalan, İsrail’in Filistin, Lübnan, Suriye ve Ortadoğu genelinde artan etkisine karşı gerici bir “Türk, Kürt, Arap” ittifakını öne sürmüştür. Washington da Ankara ile Tel Aviv’i ve Kürt hareketi dahil diğer müttefiklerini İran karşıtı bir eksende birleştirmeye çalışmaktadır.
Bu yüzden, bu “uluslararası barış” konferansının sonuç bildirgesinde ne Gazze’deki soykırım ne de İran’a karşı emperyalist saldırı kınandı. Doğrusu, hem müzakereler hem de konferansın kendisi, Türk ve Kürt burjuva milliyetçilerinin ABD ve Avrupa emperyalizminin 35 yıldır Ortadoğu’yu mahvetmesine yaptıkları suç ortaklığının devam ettiğini bir teyididir.
Konferansın açılış konuşması DEM Parti Eş Genel Başkanları Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan tarafından yapıldı. Bakırhan “Kürt meselesinin kökeninde bir halkın yüzyıldır hukuktan dışlanması vardır. Kürtler yüzyıldır halk olarak tanınmıyor. Yüzyıldır varlıklarını kanıtlamak, hukukları ve haklarını kabul ettirmek için mücadele ediyorlar,” dedi.
Bakırhan yüzyıl önce Kürtlerin varlığını inkâr eden Türk burjuvazisinin bugün bu sorunu çözmeye nasıl muktedir olduğunu açıklamadı. Gerçek şu ki, Lev Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi’nde açıkladığı ve öngördüğü üzere, Türk burjuvazisinin 100 yıllık tarihi diğer geç kapitalistleşmiş ülkelerde olduğu gibi, bu sorunları kalıcı olarak çözmekten doğası gereği aciz olduğunun kanıtıdır.
Bakırhan konuşmasında “Dünyada kargaşa, Ortadoğu’da şiddet yayılırken, burada barış sürecinin yaşanıyor” olduğu iddiasıyla Türk ve Kürt egemen seçkinlerinin emperyalist sistemden kaynaklanan bu eğilimlerden bağımsız hatta bunların aksi yönünde ilerlediklerini öne sürdü.
Öcalan’ın “demokratik sosyalizm”i
DEM Parti’nin müttefiki, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’nin (SYKP) eski eş genel başkanı olan Hatimoğulları da “3. Dünya Savaşı’nın arifesindeyiz. Ne yazık ki 3. Dünya Savaşı dediğimiz şey 1. ve 2. Dünya Savaşı’na rahmet okutur,” dedikten sonra, Öcalan’ın çağrısı, “tam da dünyada ve coğrafyamızda savaşın ve çatışmanın konuşulduğu, sömürünün arttığı bu dönemde çok tarihi ve çok kıymetli” diyerek onu dünya savaşına gidişi tersine çevirecek bir girişim olarak sundu.
Hatimoğulları sözlerini “Kapitalist emperyalist sistemin adaletsiz düzenine karşı enternasyonalist mücadelemizi daha fazla geliştirmeliyiz,” diye sonlandırdı. Hatimoğulları’nın bu sözde kapitalizm ve emperyalizm “karşıtı” ifadeleri, Öcalan’ın özellikle bu yıl dile getirip sahiplendiği, tümüyle anti-Marksist “demokratik sosyalizm” yaklaşımından beslenmektedir. Kürt hareketi tarafından hızla sahiplenilen bu kavram, işçi sınıfı ve gençlik içinde sosyalizme artan ilgiyi “barış ve demokratikleşme” iddiasıyla emperyalizm ve kapitalizm yanlısı bir siyasete tabi kılmayı amaçlamaktadır.
Nitekim konferansın açılış bölümünde okunan Öcalan’ın mesajı, belirgin bir biçimde “sosyalizm” vurgusu taşıyordu. Konuşmada 20’den fazla sosyalizm/sosyalist, 8 defa kapitalizm/kapitalist, birçok defa Marksizm ve Marx ve bir kez Lenin sözcükleri geçiyordu.
Ancak Türkiye’de otoriter bir rejim kuran İslamcı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye’de Alevi azınlığı katlederek işe başlayan El Kaide kökenli Ahmet eş-Şara ve ABD’de anayasayı ortadan kaldıran faşizan bir rejim kurmakta olan Başkan Donald Trump ile müzakereler yoluyla bir “demokratik sosyalizm”e ilerleme iddiasında olan Öcalan, bu kavramları Marksizmi ve sosyalizmi güncel siyasi amaçlar doğrultusunda tahrif etmek için kullandı. Gerçekte, emperyalizmi ve kapitalizmi, mevcut burjuva devletleri meşrulaştıran ve bu sistemin “müzakereler” yoluyla iyileştirilebileceğini öne süren her türlü reformist perspektif, sosyalizme düşmandır.
Öcalan’ın, Marksizmin “ulus devlet sosyalizmi”ni savunduğu için tıkandığı ve başarısızlığa uğradığı şeklindeki temel savı, ne yenidir ne de doğrudur. Kökleri anarşizmin, Marksizmin kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde tarihsel gerekliliğini bilimsel olarak açıkladığı proletarya diktatörlüğü ya da işçi devleti anlayışını küçük burjuva reddine dayanır. Ancak Öcalan, “ulus devlet sosyalizmi” ile gerçekte anti-Marksist “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle Marksizmden kopan Stalinizmi kastetmekte ama bilinçli olarak bunun adını koymamaktadır.
Çünkü bunu yapması halinde, SSCB’de Lev Troçki önderliğinde 1923’ten itibaren Sol Muhalefet biçiminde bir alternatifin var olduğunu ve klasik Marksizmin ve uluslararası sosyalizm perspektifinin 1938’den beri Troçki tarafından kurulan Dördüncü Enternasyonal tarafından savunulduğunu kabul etmesi gerekirdi. Bunun yerine Öcalan, tüm antikomünistler gibi el çabukluğuyla, Stalinizmi Marksizm ve sosyalizmle özdeşleştirmekte ve Troçkizmin tarihsel mücadelesini ve haklılığını bütünüyle örtbas etmektedir.
Oysa PKK dahil uluslararası ölçekte Stalinizm kökenli hareketlerin ve burjuva ideologlarının hayal bile edemediği SSCB’nin sona erdirilmesi tehlikesine karşı Troçki çok uzun bir zaman önce uyarılarda bulundu ve buna karşı mücadele etti. Troçki, 1938’de şöyle yazmıştı: “Ya işçi devletinde giderek dünya burjuvazisinin organı haline gelen bürokrasi yeni mülkiyet biçimlerini yıkacak ve ülkeyi yeniden kapitalizme sürükleyecektir ya da işçi sınıfı bürokrasiyi ezecek ve sosyalizme giden yolu açacaktır.” [1]
Öcalan, “ulus devlet”in Kürt sorununun ve diğer sorunların çözümünün önünde bir engel olduğunu söylemekte ama keyfi bir şekilde “demokratik devlet”e dönüştürülmesiyle sorunun çözülebileceğini öne sürmektedir. Felsefi idealizmin iflasına somut bir örnek oluşturan bu perspektif, Marksizmin kapitalizmin ve toplumun yasalarına ilişkin bilimsel açıklaması karşısında bütünüyle acizdir.
Üretim araçlarının özel mülkiyeti gibi ulus devletler de kapitalist sistemin temellerini oluşturmaktadır. Üretimin toplumsallaşması ve küresel bir ekonominin gelişmesi ile miadını doldurmuş olan bu temeller arasındaki çelişkiler, bir yanda emperyalist savaşa, siyasi baskıya ve toplumsal eşitsizliğe yol açarken aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının sosyalist devrimine de zemin oluşturur. Ulus devletin tasfiyesi, ancak işçi sınıfının devrim yoluyla iktidarı alması ve tüm dünyada kapitalizmi ortadan kaldırmasıyla mümkün olacaktır.
Öcalan’ın “demokratik sosyalizm” perspektifinde, toplumsal eşitsizlik ve bunun nasıl ortadan kaldırılacağı tamamen es geçilmektedir. Daha doğrusu, iktidarın burjuvaziden işçi sınıfına aktarılmasını gerektiren toplumsal eşitliğin sağlanması gibi bir hedefi yoktur.
WSWS’nin “World Inequality Lab”in raporunu ele aldığı perşembe günkü perspektifinde dikkat çektiği gibi, “Kapitalist sistemde, yaklaşık 56.000 kişiden oluşan milyarderler ve yüz milyonerler, bu gezegende yaşayan 8 milyar insanın kaderini kontrol etmektedir.” Avrupa’nın en eşitsiz ülkelerinden biri olan Türkiye’de, aynı rapora göre, nüfusun tepesindeki yüzde 1, toplam servetin yüzde 35,1’ini; en zengin yüzde 10 ise yüzde 68,4’ünü kontrol etmektedir. Bu kapitalist oligarşinin servetinin ve iktidarının korunması, hiçbir yerde demokrasi ve barış ile bağdaşmamaktadır.
Bununla birlikte, “demokratik sosyalizm” denilen iflas etmiş reformist perspektif, sadece uluslararası işçi sınıfının ve insanlığın kurtuluşunun bilimsel yolunu gösteren Marksizme düşman değildir; aynı zamanda Ortadoğu’da da ABD’de de en gerici güçlerle uzlaşmakta ve işbirliği yapmaktadır. Trump yönetimine karşı toplumsal muhalefeti ve sosyalizme artan ilgiyi istismar ederek New York Belediye başkanı seçilen “demokratik sosyalist” Zohran Mamdani’nin Trump’la kucaklaşması ile Öcalan’ın Trump’ın Ortadoğu’daki vekilleri ile işbirliği yapması, birbirini tamamlamaktadır. “Demokratik sosyalizm”, ABD’de olduğu gibi Ortadoğu’da ve diğer yerlerde de hali vakti yerinde orta sınıfın çıkarlarını temsil etmekte ve işçi sınıfı içinde gerçekten sosyalist ve anti-emperyalist bir hareketin gelişmesini engellemeye hizmet etmektedir.
Öcalan’ın “demokratik sosyalizm”i, emperyalist savaşın, soykırımın ve faşizmin şiddetle geri dönüşünün ve devasa bir toplumsal eşitsizliğin ortasında bir burjuva demokrasisi ütopyasından fazlası değildir. “Bu yolda devlet yerine, demokratik cumhuriyet”i savunan Öcalan, “demokratik cumhuriyet”in bir tür burjuva devlet olduğu gerçeğinin üzerini örtmektedir. O, “Hukukun bireysel ve evrensel normlarla, kolektif haklarla yeniden toplum lehine yapılandırıldığı demokratik entegrasyon” için üç “temel ilke” öne sürüyor: Özgür yurttaş yasası; Barış ve demokratik toplum yasası; Özgürlük yasaları.
Konferansın sonraki oturumları, bu tür bir “demokratik entegrasyon”un uluslararası örnekleri ile devam etti. Çözüm olarak sunulan bu örnekler de Marksist-Troçkist bir eleştiri karşısında dayanamamaktadır.
Güney Afrika deneyimi
Güney Afrika’dan eski senatör ve Parlamento Anayasa Komitesi Başkanı Mohamed Bhabha, apartheid (ırk ayrımcılığı) rejiminden demokratik bir devlet inşa ettiklerini öne sürdü. Gerçekte ise Güney Afrika’da Afrika Ulusal Kongresi (ANC) lideri Nelson Mandela ile 1985’te müzakerelerin başlatılması ve nihayetinde 1994’te apartheid rejiminin sona erdirilmesi, egemen sınıfın toplumsal devrim korkusunun bir ürünüydü.
Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin 1998’de yazdığı gibi:
ANC, Güney Afrika Komünist Partisi'ndeki Stalinistlerin gözetiminde, işçi sınıfının desteğini kazanmak için sosyalist söylemleri kullandı. Oysa apartheid sistemi altında sosyal ilerlemeden mahrum bırakılmış siyah ve “renkli” orta sınıfın çıkarlarını temsil ediyordu. Liderlerinin kabul ettiği “uzlaşma”, kâr sistemini savunma ve işçilerin ve köylülerin sosyal ve siyasi çabalarını engelleme taahhüdüydü.
1994 seçimlerinde ANC oyların yüzde 62’sini alarak iktidara geldi. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin 1994’te tarihli “In whose interests will the ANC rule?” başlıklı açıklaması, son derece öngörülüydü:
Kapitalist sınıf, toplumsal devrim tehdidini önlemek için Güney Afrika'daki egemenliğinin biçimini değiştirmek zorunda kalmış ancak özünü değiştirmemiştir... ANC, adına konuştuğunu iddia ettiği Güney Afrika halkının ekonomik sömürüsünü ve siyasi baskısını yönetme görevini üstlenmiştir. ANC, FKÖ’den Sandinistlere kadar, bir zamanlar “ulusal kurtuluş”u misyonları olarak ilan eden dünyanın dört bir yanındaki hareketlerin izlediği, çoktan aşınmış bir yolu takip ediyor.
Birçok başka Afrika ülkesinde de iktidara gelen burjuva milliyetçi hareketler, devirdiklerini iddia ettikleri aynı sömürge devlet mekanizmasını, sınıf yapısını ve emperyalistlerin çizdiği sınırları muhafaza ettiler.
Bu “bağımsız” ülkelerin ekonomileri, borç, ticaret ve hammadde yağmalanması yoluyla yabancı sermayenin taleplerine bağımlı kaldı. ANC gibi iktidarlar yeni “yerli” veya “siyahi” Afrika burjuvazisinin siyaset kurumuna entegrasyonunun ve işçi sınıfının devrimci hareketinin bastırılmasının aracı oldular. Bu gerici rejimlerin on yıllardır tırmanan kemer sıkma politikaları ve siyasi baskıları son dönemde Z Kuşağı eylemlerine yol açtı.
Güney Afrika’nın bugün dünyadaki en eşitsiz ülke olması, bütün bir burjuva milliyetçi perspektife yönelik bir suçlama niteliğindedir. Bhabha’nın övündüğü Güney Afrika deneyimi veya “demokratik entegrasyon”, eski milliyetçi hareketlerin emperyalist egemenliğin doğrudan araçlarına dönüşmesini örneklemektedir.
Kuzey İrlanda
Sinn Fein Ulusal Başkanı ve Kuzey İrlanda Milletvekili Declan Kearney, konferansın ilk gününde yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Hayırlı Cuma Anlaşması İrlanda ve Britanya arasında oldu ve hala geçerliliğini koruyor. 27 yıldır hala işimizi bitirmedik. İngiliz Parlamentosu’nun İrlanda toprakları üzerindeki tahakkümü kaldırıldı.”
Nisan 1998’de yapılan Hayırlı Cuma Anlaşması, polis kurumunun adı ve bazı uygulamalarda reformlar, kurumsal temsilde sınırlı “kapsayıcılık” ve hükûmetler arası koordinasyon mekanizmaları gibi bazı sembolik düzenlemeler sağladı. Fakat bunlar işçi sınıfının temel haklarını güvence altına alan, paramiliter ve devlet baskısını ortadan kaldıran reformlar olmadı.
Dünya Sosyalist Web Sitesi Yayın Kurulu, 25 Nisan 1998’de yaptığı değerlendirmede, bu sözde barış anlaşmasının bölünmüş İrlanda sınırının iki tarafında da ister Katolik ister Protestan olsun, işçi sınıfının çıkarlarını yansıtmadığını açıkladı. Anlaşma, Britanya emperyalizmi tarafından yüzyıllardır beslenen mezhepsel çatışmaların sona erdirilmesine zemin hazırlamak şöyle dursun, “İrlanda'daki temel bölünmelerin din ve ulusal kimlik bölünmeleri olduğu görüşünü savunmaktadır.”
WSWS, İrlanda ve başka yerlerdeki benzer anlaşmalara zemin oluşturan sınıfsal çıkarları şöyle açıklamıştı:
Anlaşmanın önemini anlamak için, tarafları bir araya getiren ve müzakerelerinin karakterini şekillendiren ekonomik ve sosyal itici güçleri incelemek gerekir. Ekonomik yaşamın giderek küreselleşen yapısı —dünya ölçeğinde faaliyet gösteren ulusötesi şirketlerin yükselişi, sermayenin uluslararası hareketliliği ve dünya pazarlarının en büyük ulusal ekonomiler üzerinde bile hakimiyeti— uluslararası sermaye açısından, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde hâkim olan birçok siyasi ilişkiyi geçersiz kılmıştır.
Eski siyasi ilişkiler ile şirketlerin ve finansal çıkarların daha geniş pazarlara, yeni hammadde ve işgücü kaynaklarına ve genel olarak küresel ekonomiye erişim ihtiyacı arasındaki uyuşmazlık, Güney Afrika'da yasal apartheidin kaldırılmasının ve FKÖ’nün Ortadoğu'daki yeni siyasi düzene dahil edilme girişiminin temelini oluşturmuştur. Genel olarak, Kuzey İrlanda'da sermaye yatırımı ve kâr elde etmenin önündeki eski engelleri aşma girişimlerinde de aynı güçler iş başındaydı.
Bu sürecin ana yararlanıcıları Britanya emperyalizmi ve Kuzey İrlanda burjuvazisi oldu. İşçi sınıfının ücretli sömürüsünü derinleştirmek, bölgeyi uluslararası sermayeye açmak ve Britanya ile rakip emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarını düzenlemek için bir siyasi yeniden yapılandırma gerekiyordu. Bu temel hedef 1998 sonrası reformların esas amacını ortaya koyuyordu: iç çatışmayı, sınıf mücadelelerini ve toplumsal hoşnutsuzluğu yatıştırarak Kuzey’in ucuz, vasıflı iş gücünü küresel yatırım için daha elverişli hale getirmek.
Britanya emperyalist “demokrasisinin” evrimi bu tür entegrasyonların demokratikleştirme getireceği iddialarını yerle bir ediyor. Anlaşma imzalandığından bu yana Britanya emperyalizmi Irak Savaşı’ndan, İsrail’in Gazze soykırımına kadar Ortadoğu’nun kan gölüne dönmesinde başlıca aktörlerdendir. Britanya içinde ise işçi sınıfının sosyal haklarına yönelik saldırılara demokratik hakların ortadan kaldırılması eşlik ediyor. Gazze soykırımı karşıtlarının uğradığı zulüm ve protesto grubu Filistin Eylem’in (Palestine Action) yasaklanması, kapitalist oligarşinin egemenliğinin demokrasiyle bağdaşmadığının somut örnekleridir.
Sosyalist perspektif
Konferansta, Katalonya ve Bask sorunu ile Meksika’daki Zapatista hareketi üzerine yapılan konuşmalar, bunların da iflas etmiş bir emperyalizm yanlısı orta sınıf perspektifi temsil ettiğini göstermekten fazlasını yapmamıştır. Sonuç olarak, konferans boyunca çözüm olarak sunulan deneyimler, gerçekte milliyetçi hareketlerin iflasını ve kapitalist sistemle bütünleşmesini örneklemektedir. Bu hareketler iktidara geldikleri her yerde uluslararası şirketlerle ve emperyalist politikalarla uyumlu yönetimler kurdular.
Ulusal kurtuluş hareketlerinin bu emperyalizm yanlısı evriminin altında, esas olarak, ekonominin küreselleşmesi yatmaktadır. Bu süreç sadece bu hareketlerin değil; Stalinizm, sosyal demokrasi ve sendikalizm dahil her türlü ulusalcı ve reformist projenin de altını oymuştur.
Türk ve Kürt işçilerin birleşik sosyalist mücadelesine karşı çıkan Stalinist bir küçük burjuva milliyetçi hareket olarak kurulan PKK’nin ve lideri Öcalan’ın bu nesnel gelişmelere tepkisi, dünyanın dört bir yanındaki benzerlerinden farklı olmamıştır: demokratik, hatta “sosyalist” bir retorikle emperyalizm ve kapitalist devletle bütünleşmeye yönelmek ve kitlelerin sosyalist devrime yönelmesini engellemek. Sosyalist Eşitlik Partisi – Dördüncü Enternasyonal’in Tarihsel ve Uluslararası Temelleri’nde açıkladığı gibi:
“Solcu” ve “anti-emperyalist” retoriğine karşın PKK, büyük güçler ve bölgesel devletler arasında manevra yapma ve nihayetinde Ankara ile anlaşmaya varma biçiminde burjuva milliyetçi bir stratejiye sahipti. 1991’deki Körfez Savaşı ile Stalinist bürokrasinin SSCB’yi dağıtması ve diğer Stalinist rejimlerdeki kapitalist restorasyon, PKK’nin “Marksizm-Leninizm” maskesini çıkarıp bağımsız devlet talebinden vazgeçmesini beraberinde getirdi. Askeri stratejisi başarısız olan PKK özellikle Avrupalı emperyalist güçler arasında yeni müttefikler aramaya koyulurken, partinin çizgisindeki değişiklik şiddetli iç temizlikler ve Öcalan’ın aralıksız yüceltilmesi ile el ele gitti.
WSWS başından itibaren Ankara-PKK anlaşmasını, ABD’nin Ortadoğu’yu kendisinin tam egemenliği altında yeniden biçimlendirme çabaları bağlamında ele almıştır. ABD emperyalizminin suç ortağı olan Türk ve Kürt milliyetçileri arasındaki anlaşma “barış”a değil, savaşa hazırlık anlaşmasıdır.
Bu, sadece Ortadoğu’nun 35 yıldır aralıksız emperyalist müdahalelere, rejim değişikliği savaşlarına ve iç savaşlara sahne olduğu gerçeğinden değil, emperyalizmin doğasından kaynaklanmaktadır. Lenin’in Mart 1916’da emperyalist savaşın ortasında yazdığı “‘Barış Programı’ Üzerine”de açıkladığı gibi:
Kim ki uluslara, sosyalist devrim propagandası yapmadan “demokratik” bir barış vaat ediyorsa ya da bu devrim için mücadeleyi reddediyorsa -ki bu mücadele şimdi, savaş sırasında yürütülmesi gereken bir mücadeledir- o, proletaryayı aldatıyor demektir. [2]
Ankara ile PKK arasındaki herhangi bir anlaşmayla Ortadoğu’ya barış gelmeyeceği gibi, Kürt halkının ve diğer ezilen halkların ezilmesi de son bulmayacak, demokratik hakları güvence altına alınmayacaktır. Bunun nedeni, ulusal baskının şu ya da bu politikacının ya da hükümetin öznel tercihi değil ama emperyalist-kapitalist sistemin bir ürünü olmasıdır. Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi’nde açıkladığı gibi, demokratik görevlerin tam ve gerçek çözümü, emperyalizme ve onun kapitalist vekillerine karşı mücadelede işçi sınıfının ezilen kitlelerin önderliğini alarak kendi iktidarını kurmasından geçmektedir.
Kürt halkına ve onun demokratik haklarını savunanlara zulmün devam edeceğinin en somut örneklerinden biri, bizzat Sosyalist Eşitlik Partisi’nin programına yönelik devlet müdahalesi girişimidir. Eylül ayında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, partinin programındaki “anadilinde eğitim, Kürtçenin resmi dil olarak anayasal güvenceye kavuşması” gibi meşru demokratik taleplerin değiştirilmesini ya da kaldırılmasını talep etti. Bu kabul edilemez müdahale, kapsamlı bir yanıtla reddedildi. Bu devlet müdahalesi, bir parti dışında, demokratik hakları savunduğunu iddia eden DEM Parti ve onun “solcu” müttefikleri tarafından bütünüyle görmezden gelindi.
Kürt halkına ve siyasetçilerine yönelik devlet baskısına derhal son verilmesi ve temel demokratik hakların tanınması için mücadele eden Sosyalist Eşitlik Partisi, işçi sınıfını bölen ve kapitalist sisteme tabi kılan tüm sözde çözümleri reddetmekte ve ileriye giden tek yolun Sürekli Devrim Teorisi’ne dayanan uluslararası, devrimci bir programdan geçtiğini açıklamaktadır.
Sosyalist Eşitlik Partisi, programında “emekçilerin özlemini çektiği kalıcı barışa ve demokratik haklara giden tek yolun, Ortadoğu’daki ve emperyalist ülkelerdeki tüm milliyetlerden işçilerin savaşa ve yeni sömürgeci baskıya karşı küresel sosyalizm uğruna mücadelede birleştirilmesi olduğunda ısrar etmektedir. Bu, bir dünya sosyalist federasyonunun parçası olacak Ortadoğu Sosyalist Federasyonu uğruna mücadele demektir.”
Dipnot
[1] Leon Trotsky, The Death Agony of Capitalism and the Tasks of the Fourth International. Bkz. https://www.marxists.org/archive/trotsky/1938/tp/tp-text2.htm
[2] V. İ. Lenin, “‘Barış Programı’ Üzerine”, Sosyalizm ve Savaş içinde (İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2003), s. 95. Çeviren: Evrensel Basım Yayın Çeviri Grubu.
